Koronavirüs salgını günlük hayatımıza yeni bir düzen getirirken; tarıma, yerel ürünlere ve yerel üreticilere bir kez daha sahip çıkılması gerektiğini de ortaya koyuyor. Antakya’da yeni nesil tarım markası yaratan Teofarm Kurucusu Elif Ovalı, “Gerçek çiftçi biterse gerçek gıda da bitecek. Bu sebeple salgın öğretici olmalı” diyor.
Antakya’da asırlardır aynı topraklarda tarımla uğraşan bir aileden gelen Elif Ovalı, çocukluğundan bu yana aynı topraklarda hemhal oluyor. Başarılı isim iki üniversite, bir master’dan sonra öğretim görevlisi olarak çalışma hayatına başlıyor. Genlerinden gelen toprak sevgisinden vazgeçmeyen Ovalı, aynı zamanda çiftçiliği de beraberinde sürdürüyor ve tarımdaki yenilikler üzerine projeler üretiyor.
“Geçmiş kültürlerin izlerini sürerek bugüne taşıyoruz”
Hürriyet’ten Elif Ergu’nun röportajına göre, çevrelerindeki birçok aile tarım arazilerini satarak başka işlere yönelirken, Ovalı’ya “Bereketli Hilal” olarak da bilinen buğdayın ilk yetiştirildiği bölgede yıllardır tarım yapan aileden gelmek güç veriyor ve kardeşiyle kendi ürünlerini markalaştırarak Teofarm’ı kuruyor. Elif Ovalı, Türkiye’nin topraklarına ve tarımına sahip çıkarak ve inanarak çıktığı bu yolda, “iyi insan iyi iş yapar” mottosuyla farklılık yakalamak için kolları sıvıyor. Farklılık yakalayan Ovalı, şöyle diyor: “Üretici olmak müthiş bir şey. Yeni ürün çıkarmak, insanlara faydalı olduğunu görmek. Bir taraftan insanın yaratıcı yönünü ortaya çıkartıyor diğer taraftan yaşadığını hissediyorsun, hayatla bağlantı kurmak gibi bir şey. Biz aslında yeni teknolojilerle üretim yapmıyoruz, gelenekselliği korumak adına geçmiş kültürlerin izlerini sürerek bugüne taşıyoruz.”
“Beyaz yakalıyı tarıma kazandırmalıyız”
Koronavirüs salgınıyla beraber tarım faaliyetlerinin bir kez daha ne kadar önemli olduğuna vurgu yapan Elif Ovalı, şöyle konuştu: “Salgın öğretici olmalı. Maalesef çok zor bir süreçten geçiyoruz. Olanlar, yaşananlar bilim kurgu film sahneleri gibi. Ama bir taraftan da biz bu olanların ayak seslerini duyduk. Her gün dünyanın dört bir tarafından farklı kültürler içinde yaşadığımız düzeni sorguladık. Tüketim odaklı bir yaşam şekli, üretmeden sadece dünyadaki kıt imkânların hoyratça harcandığı dünya düzeni hep dilimizdeydi. Biz bu salgından ders alırsak geleceği daha iyi şekilde inşa edip bir üst modele geçebiliriz. Üretimde yerel değerlerin kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Bölgenin yetişmiş insanının yaşadığı bölgeye katkı sağlaması ve devletin de yerel üreticileri desteklemeli. Bu amaçla ulusal perakende marketlere yerel üreticilerden ürün alma zorunluluğu getirdiler ama tam anlamıyla başarıya ulaşmadı. Öncelikle yerel üreticileri koruyan, yerel ürünlerin tabii olduğu özel kodeksler, tebliğler olması gerekiyor. Geleneksel ürünler olarak adlandırdığımız binlerce yıldır aynı yöntemle üretilen ürünlerin tabi olduğu kanunlarla endüstriyel ürünlerin tabi olduğu şartlar aynı. Tüm bu standartlar büyük şirketler tarafından oluşturuluyor. Küçük üreticilerin de bu kanunlar yapılırken temsilcilerinin olması gerekiyor. Standartlar ortaya çıktığında zaten ürünün artizan özelliği de kalmıyor, mevsimselliği de bölgeselliği de. Yine tamamen verimliliğe odaklı bir ürüne dönüşüyor…. Söz konusu ürün bu durumda atalık, lezzetli, doğanın dizayn ettiği bir buğday değil en çok verim veren tamamen el değmeden üretilen, insan emeği ve faktörünün en az kullanıldığı endüstriyel ürüne dönüyor. Bence kıymet bilme, kıymet görmek gibi kavramları konuşmalıyız. Bugün gerçek çiftçi biterse, gerçek gıda da bitecek. Asırlardır tarım kültüründen gelen topluluklar giderek bildiklerini de unutuyorlar. Tarım alanında çalışmak tarım işçisi olarak algılanıyor. Biz yerelde de daha fazla beyaz yakalıyı tarıma kazandırmalı ve markalar yaratmalıyız.”